Bir Paris sabahına uyandığımızda, eşim beni sürpriz bir yere götüreceğini söyledi. ‘’Acaba bugün Paris’in hangi romantik yerine gideceğiz’’ diye düşünmeye başladığımda, kuru kafalar ve iskeletlerin olduğu bir toplu mezara gideceğimiz aklımın ucundan geçmezdi. Zaten geçseydi, muhtemelen gitmezdim. Eşim de gitmeyeceğimi iyi bildiği için, içeriye girene kadar bana hiçbir ipucu vermedi.

O gün Şanzelize caddesindeki otelimizden çıkıp, hamur işinde kendilerini aşmış olan Fransızların muhteşem kruvasanları ile kahvaltımızı yaptıktan sonra, metro ile sürprizin yapılacağı yere doğru yola koyulduk. Paris’in akıl almaz metro hattı ile, gidemeyeceğiniz herhangi bir yer yoktur sanıyorum. Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra metrodan indik. Gideceğimiz yere doğru yürümeye başladığımızda, metro durağının tam karşısında, gözüm uzun bir insan kuyruğa ilişti. Kuyruktaki insanlar, 90’lı yıllardaki underground müzik kulüplerin girişlerine benzeyen, koyu renkli ve iç karartıcı bir giriş kapısından içeriye giriyorlardı. Gece saatlerinde olsaydı, orayı bir gece kulübü sanabilirdim. Ancak öğlen saatlerinde olduğumuz için, bu kuyruğun muhtemelen bir müze sırası olduğunu düşündüm. Ancak bir yandan da, Dünyanın en büyük ve en çok ziyaretçisi olan Louvre Müzesinin girişinde bile, böylesi bir kuyruğun olmadığını hatırladım. Kafamda bunları düşünüp bu kuyruğu anlamlandırmaya çalışırken, sonu bir türlü gelmeyen kuyruğun arkalarına doğru yürümeye devam ettik. Orada bekleyen insanlara o anda gerçekten sabır diledim. Çünkü hem atıştıran yağmurun altında ıslanıyorlar, hem de uzun süre beklemenin verdiği yorgunluk ve sıkkınlık, insanların yüzünden okunuyordu. Biz gideceğimiz yere doğru yürüyüp bu insanların yanından bir süre daha yürüdükten sonra, eşim kuyruğun sonuna geldiğimizde bir anda durdu ve aramızda şu diyalog yaşandı:

– Canım?
– (‘’Hayır olamaz!’’ bakışlarıyla ben:) Efendim canım???
– Bu kuyruğa giriyoruz.
– …..

Tabii benim gibi sabırsız bir insanın, kafasından aşağı kaynar sular dökülmesine sebep olan cümleden sonra, ‘’en fazla 15-20 dakika bekleriz’’ diye kendimi avutmaya başladığım. Ancak o kuyrukta tam 2.5 saat bekleyeceğimizden tamamen habersizdim. Sıranın bu kadar uzun sürmesinin sebebi, içeriye belirli aralıklarla üçer beşer kişi almalarıydı ve bu yüzden sıra çok yavaş ilerliyordu. Sigarayı 1 ay önce bırakmam sebebiyle, o kuyruk eşim açısından pek hoş geçmedi. 🙂

Nihayet dış kapıdan içeriye doğru girip bilet gişesine geldiğimizde, duvarda bazı garip iskelet fotoğrafları gördüm. ‘’Kalp ve sağlık problemleri olan kişilerin girmesi kesinlikle uygun değildir’’ yazısını da gördükten sonra, eşime ‘’nereye gedik böyle yahu’’ bakışı attığım sırada, artık geç kaldığımı biliyordum. İçeride bir kaç insan ve hayvan iskeletlerini göreceğimiz tahminiyle, dar bir koridordan aşağı doğru bir eğimle yürümeye başladık. Koridorda çok az ışık vardı. Yerin altına doğru kazılmış tünelden aşağıya doğru yürümeye devam ettik. Louvre ya da Dorsay gibi modern bir müzeye gelmediğimiz gayet belliydi. Girişten itibaren, hedefe doğru yürüdükçe yol daralıyor, daraldıkça tavan başıma yaklaşıyor, yaklaştıkça benim klostrofobim tavan yapmaya başlıyordu. Nem kokusu da gittikçe artıyor ve sıcaklık düşmeye devam ediyordu. Korku tünelinden farksız bu dar koridordan yürürken, bu işin sonunda beni tam olarak neyin beklediğini çok merak ediyordum. Hemen önümüzde içeriye giren 2-3 kişi gözden kaybolup, arkamızdan girenlerin de sesi kesilince, ürkme katsayımız da artmaya başladı. Çünkü yerin baya altındaydık ve tek bir görevliye de rastlamadık. Bir süre daha yürüdük ve yer seviyesinin oldukça altına inmiştik. Eşime ‘’nereye geldik böyle’’ diye söylenmeye başladığım sırada, uzun koridorun sonuna geldik. Yol keskin biçimde sağa doğru dönüyordu. Oradan döndüğümüz anda, bir anda on binlerce iskelet yığını ile karşılaştım. O anda bir kaç dakika hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum. Beni ürküten şey iskelet ve kurukafa görmek değil, onların odun istifi gibi dizilmiş olmaları ve o anda bir yeraltı toplu mezarın içerisinde olduğumu anlamış olmamdı.



 

İlk şoku atlattıktan sonra, sağlı sollu insan iskeletiyle dolu bir koridorda yürümeye başladık. Yürüdükçe yol bir türlü bitmek bilmiyor, ilerlediğimiz yola iskeletlerle dolu başka ek koridorlar bağlanıyordu. Allah’tan bu ek koridorlar demir parmaklıklar ile kapatılmıştı ve labirent gibi bu yerde kayıp olunmaması için, tek bir güzergah üzerinde yürümenize izin veriliyordu. Yürüdükçe karşımıza sonu görülmeyen loş ışıklı ve iskelet dolu başka yeni koridorlar çıkıyor, ‘’bundan sonra kesin biter’’ diye düşünürken, önümüze bambaşka yollar çıkıyordu. O dar ve basık koridorlar bazen bu fotoğrafta da görüldüğü gibi genişliyor ve insan kemiklerini buraya dizen kişilerin yaptıkları farklı farklı şekiller insana hayret veriyordu.



 

Yürüdüğümüz süre boyunca, sayılarının binlerce olduğunu tahmin ettiğim ölü insanların yanından yürüdük. Kim oldukları belli bile olmayan insanlar… Hepsi değersiz birer odun parçası gibi üst üste istiflenmişlerdi. Bazılarının kafa tasında kurşun delikleri gördük. Yakın mesafeden infaz edildikleri belliydi. İnsanların nasıl infaz edildiklerinin ve savaşlarda aldıkları yaraların hikayelerini, kemikler üzerinde rahatlıkla okuyabiliyorduk. Hele bazen çocuk kemiklerini görmek, bana tarifsiz hisler veriyordu. Bu insanların ölümleri ile ilgili kafamızdan bir sürü senaryo geçerken, ortamın da etkisiyle dünyadan tamamen kopmuştuk. Bir süre boyunca böyle bir ortamda kalmam ve çıkış kapısını ne zaman göreceğimiz konusunda tek bir ipucumuzun olmaması, psikolojimi iyice bozmuştu.



 

Yerin metrelerce altında, her tarafın iskeletler ve kuru kafalarla dolu olduğu bu devasa toplu mezarın çıkışına ulaşmamız, tam 1 saat sürdü. Belki Interstellar filmini izleyeniniz vardır. Filmde bir gezegene gidiyorlar ve orada zaman daha yavaş akıyordu. O gezegende geçirdikleri her bir saat, dünyada geçirilen 7 yıla eşitti. Sanıyorum ben de geçirdiğim bu 1 saat içerisinde, 7 yıl yaşlanmış olabilirim. 🙂



 

Nihayet çıkış tabelasını gördük, ancak güzergahın sonu geldiğinde dışarıya çıkmak, içeride yürümekten daha zor geldi. Çünkü tek kişilik ve aşırı dar bir dönen merdivenden yukarıya çıkmak zorundaydık. Zaten psikolojik ve fiziksel olarak çok yorulmuştuk, bir de üstüne sırtımda ağır bir çanta ve ona asılı duran ağır bir tripod ile, o dar ve sonu gelmeyen merdivenden yukarıya çıkmak beni oldukça zorladı. Her adımda, üzerimdeki ağırlık katlanarak artıyormuş gibi geliyordu. Bir ara çantamı sırtımdan çıkartıp elime almak istedim ama merdivenin darlığından kolumu bile oynatmak mümkün değildi. Robot gibi sabit hareketlerle, döne döne yukarıya çıkmak zorundaydık. Kan ter içinde kaldığımda, artık pes etmek üzereydim. Bir an için ‘’sanıyorum başaramayacağım ve bayılmak üzereyim’’ diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Bir kaç saniye duraksayıp nefesimi düzene sokmaya çalıştım, ardından son bir gayretle silkinip tekrar harekete geçerek, yukarıdaki küçük kapıdan içeriye giren gün ışığını nihayet gördüm.

Çıkış kapısından kendimi sokağa attığımda, büyük bir rahatlama hissettim ve halen nefes aldığıma gerçekten şükür ettim…

Akşam otele döndüğümüzde biraz araştırma yaptım ve sonradan öğrendim ki, bu devasa büyüklükteki toplu mezarın sadece 2 kilometrelik küçük kısmında yürümüşüz… Muhtemelen şu anda en çok merak ettiğiniz soru, bu mezarda toplam kaç kişinin yattığıdır. Şimdi sıkı durun; yaklaşık 6.000.000 (altı milyon) kişi!
Bana ‘’yerin metrelerce altında, karanlık, nemli, labirent gibi bir ortamda altı milyon kişinin üst üste dizildiği bir mezarın içerisine tekrar girer misin’’ diye sorarsınız, anlattıklarımdan yapacağınız çıkarımla, zaten nasıl bir cevap vereceğimi biliyorsunuz; asla! Ama eğer bir sağlık probleminiz yok ve yolunuz bir gün Paris’ten geçerse, bu deneyimi ömrünüzde bir defa mutlaka yaşamalısınız… Alternatif olarak, bu mekanda çekilen 2007 yapımı ‘’Catacombs’’ filmini de izleyebilirsiniz.:)

Sevgilerimle,

Güner GÜLYEŞİL

Yorumlar